Reha Erdem'in merakla beklenen yeni filmi 'Şarkı Söyleyen Kadınlar', Toronto Film Festivali'nde dünya prömiyerini yaptı. Sinema yazarı Selin Gürel, filmi Toronto'da izledi ve Radikal için yazdı.
acebook'ta paylas
Reha Erdem filmlerinde, size bir Reha Erdem filmi izlediğinizi tekrar tekrar hatırlatan bazı detaylar vardır. Bu detayları yakaladıkça, hem tanıdık sularda yüzdüğünüz için rahatlarsınız hem de filmlerin gerçek hayat deneyiminizin yakınından geçmeyen tabiatları yüzünden yabancı bir âleme daldığınızı bilirsiniz. Aynı anda hem tanıdık hem yabancı olabilen bu filmlere kucak açmak ya da onlardan köşe bucak kaçmak size kalmıştır.
Erdem’in Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, tam adıyla ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar ya da Adem’in Yakarışı’ bu kuralı bozmayacak. Reha Erdem filmografisinde gözü kapalı olarak sayacağınız ilk, ikinci ya da üçüncü favoriniz olmayabilir ama ‘Hayat Var’, ‘Kosmos’ ve ‘Beş Vakit’in sert, kontrollü ve düzgün bir el hareketiyle çizilmiş hatlarını yumuşatan, bu filmlerin sınırlarından isyankâr bir havayla dışarı adım atan, bir önceki Erdem filmi ‘Jîn’in masal dünyası ile hâlâ alışverişte bulunan, ‘A Ay’ gibi yerin iki karış yukarısında yürüyen, bir parça kaçık bir film bu.
‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın tek bir türün sınırları içine girdiğini söyleyemeyiz ama her şeyden önce hikâyenin tepesine çöreklenen ve bel kemiğini oluşturan felaket/kıyamet filmi öğelerinden beslendiği kesin. Adada yaşanan bir deprem öncesi paniği ile atların yakalandığı bir salgın hastalık halinin getirdiği kıyametvari atmosferi bir araya getiren film, ada metaforu sayesinde -tıpkı ‘Kosmos’ta olduğu gibi- dünyanın geri kalanından çok uzakta bir yerde yaşanıyormuş gibi görünen ilginç bir kesit sunuyor izleyiciye. Oysa ‘ada’ şehre o kadar da uzak değil. Ama beklenen felaket yüzünden yavaş yavaş terk edildikçe, şehir olduğundan çok daha uzakta kalıyor sanki. Adanın terk edilmişliği, etrafta can çekişen atların görüntüleri üzerine binince, felaket senaryosu kıyamet senaryosuna dönüşüyor. Gerçekte olmasa da akıllarda… Filmin özellikle ilk yarısının tedirgin ediciliği bu yüzden.
Zavallı erkekler…
Herhangi bir Erdem filmi gibi, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ da derdini büyük ölçüde metaforlarla anlatıyor. Asaletin, erdemin ve sadakatin simgesi olan atların toplu ölümü, insanların bütün bu değerleri kaybedişinin bir işareti. Erkek karakterler, değerlerin çöküşünün canlı sembolleri. Etrafa zehir saçan birer zavallı. Kadın karakterler ise doğayla iç içe, barış, güzellik, huzur ve estetik dolu kendi ayrıksı dünyalarında nefes alabiliyor sadece. Erkeklerin zehrinden nasiplendikleri zamanlarda durgunlaşıyorlar. Bir aradayken ise tüm tehlikelerden uzakta, rüzgâra doğru haykırıp anlık özgürlüklerini ilan ediyorlar.
Karakterlerden biri, performansı ve hikâyedeki yeriyle filmin lokomotifi konumundaki Binnur Kaya’nın canlandırdığı Esma, Halit Ergenç’in seslendirdiği dış sesin de söylediği gibi, içi tanrı inancıyla dolu, saf bir ruh. ‘Yeryüzündeki diğer ruhların tesellisi’. Sanki hiç büyümemiş Esma’nın film boyunca sık sık üzerine geçirdiği koyu kırmızı pelerini, ‘Jîn’deki ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ metaforunu hatırlatıyor. Aradaki en önemli fark, ormanda başına türlü işler gelen Esma’nın tanrı inancıyla hayatına yön vermesi ve filmin ‘kurdunun’ evinde çalışması. Yani tehlikenin tam ortasında. Esma’nın tertemiz vicdanının rehberliğinde ilerlemek, hikâyenin yukarıda bahsettiğimiz ‘yerin iki karış yukarısında yürüyen’ halini baştan sona ayakta tutuyor. Ayrıca filme ulvi bir kimlik de kazandırıyor. (Kadınlar için seçilen ‘Esma, Meryem, Hale’ gibi din çağrışımı yapan isimler de bu kimliğin görmezden gelinmemesini garantiliyor doğrusu.)
Erdem’in filmlerinin merkezine oturtmayı çok sevdiği ‘ergen genç kız’ kontenjanından öyküye dahil olan Meryem ise hem arzu nesnesi hem masumiyetin sembolü olarak Esma’yı bütünlüyor. İki karakterin kusursuz bir ikiliye dönüşmesi bu yüzden. Meryem’i canlandıran Deniz Hasgüler’i ‘Jîn’de de izlemiştik.
Yerel bir pencere açıyor
Yabancılaştırıcı öğeler kullanmaktan ve seyirciyle arasına mesafe koymaktan çekinmeyen Erdem, şiir dizeleri, tekerlemeler ve yer yer Şekspiryen diyaloglardan da beslenerek, bütün dinlerin birleştiği noktaya odaklanıp, yekpare bir dinin, daha da ötesi genel olarak din fikrinin karşıtlarını ve yandaşlarını içeren nihai bir savaşa sokuyor izleyiciyi. Yer yer kurduğu Türkiye bağlantılarıyla sınırlı da olsa yerel bir pencere de açıyor. ‘A ay’ın ada metaforundan başlayıp ‘Kosmos’un doğayla barışık şifacısına uzanan bir geçmiş filmler geçidi de yapıyor üstelik. Görüntü yönetmeni Florent Herry’nin standart kalitesini de unutmamalı. Yine de ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın belli Erdem filmlerinin sevilmesini sağlayan keskin ve kesin ustalık gösterisine sırtını dönmüş, sanki bağımsızlığını ilan etmiş gibi bir imaj çizdiğini kabul etmek gerek. Bu metaforlar, temsiller ve yabancılaştırıcı öğeler denizi yer yer fazla naif gelebilir. Veya bütün bunları yönetmenin özgürleşme hareketi olarak da algılayabilirsiniz.
‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ kesinlikle Erdem imzası taşıyan ama Erdem’in kendini rüzgârın yönüne doğru bıraktığı bir film. İzlemeden önce tedbir almanızı gerektirmeyecek, izledikten sonra hayata devam etmenizi engellemeyecek türden.
Erdem’in Toronto Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan son filmi ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, tam adıyla ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar ya da Adem’in Yakarışı’ bu kuralı bozmayacak. Reha Erdem filmografisinde gözü kapalı olarak sayacağınız ilk, ikinci ya da üçüncü favoriniz olmayabilir ama ‘Hayat Var’, ‘Kosmos’ ve ‘Beş Vakit’in sert, kontrollü ve düzgün bir el hareketiyle çizilmiş hatlarını yumuşatan, bu filmlerin sınırlarından isyankâr bir havayla dışarı adım atan, bir önceki Erdem filmi ‘Jîn’in masal dünyası ile hâlâ alışverişte bulunan, ‘A Ay’ gibi yerin iki karış yukarısında yürüyen, bir parça kaçık bir film bu.
‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın tek bir türün sınırları içine girdiğini söyleyemeyiz ama her şeyden önce hikâyenin tepesine çöreklenen ve bel kemiğini oluşturan felaket/kıyamet filmi öğelerinden beslendiği kesin. Adada yaşanan bir deprem öncesi paniği ile atların yakalandığı bir salgın hastalık halinin getirdiği kıyametvari atmosferi bir araya getiren film, ada metaforu sayesinde -tıpkı ‘Kosmos’ta olduğu gibi- dünyanın geri kalanından çok uzakta bir yerde yaşanıyormuş gibi görünen ilginç bir kesit sunuyor izleyiciye. Oysa ‘ada’ şehre o kadar da uzak değil. Ama beklenen felaket yüzünden yavaş yavaş terk edildikçe, şehir olduğundan çok daha uzakta kalıyor sanki. Adanın terk edilmişliği, etrafta can çekişen atların görüntüleri üzerine binince, felaket senaryosu kıyamet senaryosuna dönüşüyor. Gerçekte olmasa da akıllarda… Filmin özellikle ilk yarısının tedirgin ediciliği bu yüzden.
Zavallı erkekler…
Herhangi bir Erdem filmi gibi, ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ da derdini büyük ölçüde metaforlarla anlatıyor. Asaletin, erdemin ve sadakatin simgesi olan atların toplu ölümü, insanların bütün bu değerleri kaybedişinin bir işareti. Erkek karakterler, değerlerin çöküşünün canlı sembolleri. Etrafa zehir saçan birer zavallı. Kadın karakterler ise doğayla iç içe, barış, güzellik, huzur ve estetik dolu kendi ayrıksı dünyalarında nefes alabiliyor sadece. Erkeklerin zehrinden nasiplendikleri zamanlarda durgunlaşıyorlar. Bir aradayken ise tüm tehlikelerden uzakta, rüzgâra doğru haykırıp anlık özgürlüklerini ilan ediyorlar.
Karakterlerden biri, performansı ve hikâyedeki yeriyle filmin lokomotifi konumundaki Binnur Kaya’nın canlandırdığı Esma, Halit Ergenç’in seslendirdiği dış sesin de söylediği gibi, içi tanrı inancıyla dolu, saf bir ruh. ‘Yeryüzündeki diğer ruhların tesellisi’. Sanki hiç büyümemiş Esma’nın film boyunca sık sık üzerine geçirdiği koyu kırmızı pelerini, ‘Jîn’deki ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ metaforunu hatırlatıyor. Aradaki en önemli fark, ormanda başına türlü işler gelen Esma’nın tanrı inancıyla hayatına yön vermesi ve filmin ‘kurdunun’ evinde çalışması. Yani tehlikenin tam ortasında. Esma’nın tertemiz vicdanının rehberliğinde ilerlemek, hikâyenin yukarıda bahsettiğimiz ‘yerin iki karış yukarısında yürüyen’ halini baştan sona ayakta tutuyor. Ayrıca filme ulvi bir kimlik de kazandırıyor. (Kadınlar için seçilen ‘Esma, Meryem, Hale’ gibi din çağrışımı yapan isimler de bu kimliğin görmezden gelinmemesini garantiliyor doğrusu.)
Erdem’in filmlerinin merkezine oturtmayı çok sevdiği ‘ergen genç kız’ kontenjanından öyküye dahil olan Meryem ise hem arzu nesnesi hem masumiyetin sembolü olarak Esma’yı bütünlüyor. İki karakterin kusursuz bir ikiliye dönüşmesi bu yüzden. Meryem’i canlandıran Deniz Hasgüler’i ‘Jîn’de de izlemiştik.
Yerel bir pencere açıyor
Yabancılaştırıcı öğeler kullanmaktan ve seyirciyle arasına mesafe koymaktan çekinmeyen Erdem, şiir dizeleri, tekerlemeler ve yer yer Şekspiryen diyaloglardan da beslenerek, bütün dinlerin birleştiği noktaya odaklanıp, yekpare bir dinin, daha da ötesi genel olarak din fikrinin karşıtlarını ve yandaşlarını içeren nihai bir savaşa sokuyor izleyiciyi. Yer yer kurduğu Türkiye bağlantılarıyla sınırlı da olsa yerel bir pencere de açıyor. ‘A ay’ın ada metaforundan başlayıp ‘Kosmos’un doğayla barışık şifacısına uzanan bir geçmiş filmler geçidi de yapıyor üstelik. Görüntü yönetmeni Florent Herry’nin standart kalitesini de unutmamalı. Yine de ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın belli Erdem filmlerinin sevilmesini sağlayan keskin ve kesin ustalık gösterisine sırtını dönmüş, sanki bağımsızlığını ilan etmiş gibi bir imaj çizdiğini kabul etmek gerek. Bu metaforlar, temsiller ve yabancılaştırıcı öğeler denizi yer yer fazla naif gelebilir. Veya bütün bunları yönetmenin özgürleşme hareketi olarak da algılayabilirsiniz.
‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’ kesinlikle Erdem imzası taşıyan ama Erdem’in kendini rüzgârın yönüne doğru bıraktığı bir film. İzlemeden önce tedbir almanızı gerektirmeyecek, izledikten sonra hayata devam etmenizi engellemeyecek türden.
Aucun commentaire:
Enregistrer un commentaire